Kopenhag - 17 Mayıs 2000 UEFA Kupası Finali
Bugün 17 Mayıs 2012. Galatasaray’ın Türk futbol tarihinde bir başka ilki gerçekleştirerek UEFA kupasını kaldırdığı günün 12nci yıldönümü.
Şimdiki durum nedir bilmiyorum ama 2000 yılında Danimarka’nın Istanbul’da konsolosluğu yoktu. Galatasaray finale kalınca, normalde sadece iş adamlarına hizmet verem ticari ataşeliğin maç biletini gösterenlere vize vereceğini öğrendik. Pek çok insan seyahat acentesi veya kulüpten bilet temin edip vizeye başvuruyor, otelini vs ayarlıyordu. Biz halen internetten aldığımız biletleri bekliyorduk.
Swissair’de çalıştığımdam her durumda İsviçre üzerinden uçacaktım. Bu da bana sabah 07:05 uçağı ile Istanbul’dan Zurich’e uçtuktan sonra akşamüstüne kadar zaman tanıyordu. Bu durumda Danimarka vizesini İsviçre’den alabilir miydim?
Akşam eve gittim, ufak bir çanta yaptım, forma, şarj cihazı vs kontrollerini yaparken eski pasaportumu yenisine zımbaladım. Hazırdım! Fakat pasaporta bakarken fark ettim ki benim İsviçre vizem de bitmiş. Normalde sürekli seyhat ettiğimiz için şirket bizim adımıza o vizeyi almaktaydı ki her an toplantı vs için uçabilelim. Yine bir “sıçtık” anı yaşandı maçtan yaklaşık 24 saat önce.
Sabah 05:00’de Swissair’in sabah uçağı için havalimanındaydım. İstasyon müdürümüze durumu anlattım, Zurich’e vizesiz uçacağımı, kapıdan İsviçre vizesi alacağımı, ardından Bern’deki Danimarka elçiliğinden Danimarka vizesi alıp Basel üzerinden Kopenhag’a uçacağımı ve final maçını izleyeceğimi söylediğimde “bütün bunları bügün mü yapacaksın?” diye sordu ve ekledi “deporte olursan cezasını sen ödersin” (Déporté olmak bir ülkeden geri çevrilmek veya atılmak anlamına gelir ve havacılıkta çok kullanılır)
Zurich’e indim ve doğruca pasaport polisinin yolunu tuttum. Durumu anlattım, Swissair çalışanı olduğumu da üstüne basa basa söyledim ki deporte etmesin, makul davransın diye. Pasaportunu bırak gir ülkeye ama o zaman Danimarka vizesini hangi pasaportuna alacaksın, olmaz bu böyle diyerek beni amirinin odasına götürdü. Yüzbaşıya tüm hikayeyi bir daha analattım, derdimin İsviçre olmadığını, finale gittiğimi vs anlattım. O an final ile tutuklanmak arası bir noktaydı benim için. Yüzbaşı tuttu elçiliği aradı ve Mr. Afridi ile Almanca birşeyler konuştu. Telefonu kapattığındaki yüz ifadesini hiç sevmemiştim. Bana “Mr. Afridi hikayeni doğrulamıyor. Kendisi ile dışarıdaki ankesörlü telefondan konuşmak için 10 dakikan var. Çözemezsen seni ilk uçakla geri gönderiyorum” dedi. İşte bir “sıçtık” anı daha.
Şanslı bir Galatasaray taraftarı olarak pek çok şampiyonluk ve kupa gördüm... ama bu en anlamlısı ve önemlisiydi. Derwall yönetimindeki Galatasaray’ın, Viyana’da Rapid Wien’e gol atıp (B.Savaş) skoru 2-1’e getirdiğinde başlamıştı bu yürüyüş. Adım adım yürüdü Gaşlatasaray. Avrupa Fatihi ünvanıni aldığında daha kupası yoktu. Yıllar sonra, ilk defa bir Türk takımı ezberleri bozdu ve hayal denilen, olmaz denileni yaptı. İnsanlara gerçekten istendiğinde ve inanildığında her şeyin başarilabileceğini kanıtladı Kopenhag’daki o final maçı ve alınan kupa.
O yıllarda, havayolu çalışanı olmanın getirdiği avantajla Galatasaray’ın pek çok Avrupa maçına gittim. Milano’dan Moskova’ya, Liverpool’dan Madrid’e kadar takımın peşinde değişik şehirlerde ve statlarda bulundum. Bu seyahatlerin de en anlamlısı ve önemlisi de Kopenhag’a yapılan oldu.
Leeds United’ı elediğimizde hemen hemen her Galatasaray’lı gibi finali düşünmeye başladım. Zaten çeyrek finale çıktığımızda “finale kalırsak giderim” demiştim. Hemen organizasyona girişildi. Swissair’deki bir çalışma arkadaşımın eşi ile gidecektik. O uefa.com üzerinden maç biletlerini sipariş etti ben de uçak biletlerini ayrıdım, beklemeye başladık. Lakin final yolunun bu kadar uzun olduğunu bilmiyordum!
Bekleyiş ve Vize
Maç biletleri arkadaşımın iş adresine Cumartesi günü vardı. Yani maçtan tam 4 gün önce. Kendisi “bu saaten sonra ben gelmem abi” diyerek biletini birini sattı ve bana şans diledi. Elimde Kopenhag’daki final maçı bileti dururken nasıl vazgeçebilirdim ki?
Pazartesi sabah ilk iş Danimarka ticari ataşeliğine gitmek oldu. Fındıklı’nın merdivenli sokaklarından birindeydi ama çok şükür fazla sıra yoktu. Pek çok insan gitmişti bile, o saate ne vizesi zaten? Neyse... 15-20dk bekledikten sonra sıra bana geldi. Tüm evraklarımı, yazıları, fotoğraf, maç bileti ve teslim ettim gişedeki hanıma. Tek tek evrakları kontrol etti, İngilizce”all fine, please come back tomorrooo” derken tomorrow’un sonundaki “w” çıkmadı. Ve beni yıkan cümle kulaklarımda çın çın çınladı; “Üzgünüm size vize veremem çünkü pasaportunuz geçerliğinin bitmesine 5 ay 20 gün var, minimum 6 ay geçerli olması lazım”
Ne? Ne dedi bu kadın? 10 gün kısa mı kaldı pasaport? Doğru mu duydum? Ne oluyor lan?@!!!
İlk şoku atlattıktan sonra kadına yalvarmalar, durumu anlatmaya çalışmalar... nafile. İstiyorsanız gidin pasaportunuzu uzatın ama Salı verseniz Çarşamba akşamüstü alırsınız ancak dedi. Olmyordu yani, vize yetişmiyordu. Hem kafayı toplamak hem de moral bozukluğunu atlatmak için kendimi Bebek Kahve’ye attım. Bir sade Türk Kahvesi söyledim ve düşünmeye başladım. Nasıl halledebilirdim bu işi?
B Planı
Hemen Swissair merkez ofiste çalışan arkadaşım Sema’yı aradım ve durumu anlattım. Kendisinden Danimarka’nın Zurich’deki konsolosluğunu aramasını, konuyu aktarmasını ve bu işin oluru varsa bana haber vermesini istedim. Zira OK gelirse koşarak pasaportumu yeniltmem gerekiyordu. 15dk sonra geri aradı. Zurich’deki konsolosluk “bizim yetkimiz dışında, Bern’deki büyükelçilik ile görüşün” demiş. Bern’deki elçilikte çalışanMr. Afridi nihayet ikna olmuş “OK, ismini not ettim, gelsin vizesini vericem” demiş.
Ben bu gazla tabi kendimi Beşiktaş Eminiyet Müdürlüğü’ne attım, pasport şubedeki polislere durumu anlattım. 1 günde pasaport uzatmak veya almak imkansız, git amirle konuş dediler. Koştum amirin yanına, durumu anlattım, yalvardım yakardım. İşte burada Danimarkalı ile Türk’ün farkı ortaya çıktı. Amirim “bu kadar istiyorsan bize yardımcı olmak düşer” dedi ve ekledi; yarın akşamüstü gel al pasaportunu.
Salı sabahı ofiste uçak biletlerimi kestim, iş arkadaşım Ferit’le Kopenhag’da görüşmek üzere sözleştik. Hatta otel bulamazsan bir odaya sığışırız diyerek ayrıldık. Her şey yolunda gidiyordu. Hemen indim Beşiktaş’a, amirimin yanına gittim. “ne oldu Cim Bom’lunun pasaportu” diye haykırdı içeriye doğru. Henüz imzaya gönderilmemişti pasaport, Kaymakam’ın makamı Beşiktaş iskelenin oradaki binadaydı ve mesainin bitmesine 45dk vardı. İnsan doğası, tam o anda “sıçtık” diyorsun. Yine tam o anda Amerika’ya gitmesi gereken bir öğrencinin de benzer bir durumu olduğu ve babasının arabasıyla memuru kaymakamlığa götüreceği, benim pasaportun da aynı memur tarafından götürüleceği bilgisi geldi. İnsan doğası, tam o anda bu sefer de “kurtardık” diyorsun. Akşama doğru süresi yeni pasaportuma kavuştuğumda çok mutluydum... gidebiliyordum finale.
Bunca şeyden sonra, bu kadar yol almışken vaz geçmek olur muydu? Olmazdı elbet... Şimdilerde nasıl bilmiyorum ama o zamanlarda Zurich üzerinden aktarma yapan yolcular, şayet devam uçaklarına yeterli vakit varsa pasaportlarını polise bırakıp ufak bir ücret karşılığı ülkeye girebiliyorlardı. Kendimce pasaportlardan birini bırakır girerim, diğerine vize alırım devam ederim diye plan yaptım ve yol gidenindir diyerek yattım.
17 Mayıs 2000
Zurich’e indim ve doğruca pasaport polisinin yolunu tuttum. Durumu anlattım, Swissair çalışanı olduğumu da üstüne basa basa söyledim ki deporte etmesin, makul davransın diye. Pasaportunu bırak gir ülkeye ama o zaman Danimarka vizesini hangi pasaportuna alacaksın, olmaz bu böyle diyerek beni amirinin odasına götürdü. Yüzbaşıya tüm hikayeyi bir daha analattım, derdimin İsviçre olmadığını, finale gittiğimi vs anlattım. O an final ile tutuklanmak arası bir noktaydı benim için. Yüzbaşı tuttu elçiliği aradı ve Mr. Afridi ile Almanca birşeyler konuştu. Telefonu kapattığındaki yüz ifadesini hiç sevmemiştim. Bana “Mr. Afridi hikayeni doğrulamıyor. Kendisi ile dışarıdaki ankesörlü telefondan konuşmak için 10 dakikan var. Çözemezsen seni ilk uçakla geri gönderiyorum” dedi. İşte bir “sıçtık” anı daha.
Mr. Afridi’ye arkadaşımın iki gün önce kendisi ile görüştüğünü ve ismimi söylediğimde konuyu hatırladı hatırlamasına ama “benim yetkimi aşıyor, bir saniye hatta kal” diyerek beni başka bir adama bağladı. Sesi daha tok ve sakin gelen bu adam “Kopenhag yanıyor, ne işin var finalde” diyerek bana hikayemi bir kez daha anlattırdı. Ben konuşmayı bitirdiğimde ise “what a young man, what a crazy schedule... i will be waiting for you” dedi.
Yüzbaşı’nın odasına girip “arasana bir daha” dedim. Aradı. Bu sefe onun suratı değişti ama! "Ja... ja" dedi ve kapattı. 10dk sonra “exceptionalle” vizemi basıp beni Bern’e doğru uğurladılar. Bern treni aslında Marsiyla’ya giden bir expressdi. O nedenle yorgunluktan ve stresten bitik bir durumda olsam da uyumamam lazımdı. Bern tren istasyonundan Danimarka elçiliğine bir taksiyle uçarcasına gittim. Lakin vardığımda elçilik kapalıydı. Zili çaldığımda ve ismimi söylediğimde kapı açıldı. Gerçekten beni beklemişlerdi. Evraklarımı verdim, pasaportu aldılar ve vizeyi yapıştırdılar. Tam o sırada o telefondaki tok ve sakin sesin sahibi geldi kontuara. Gözlüklerinin üzerinden bakarak “you are that crazy young guy” dedi ve Galatasaray’a şans diledi. Kendisinin Danimarka’nın İsviçre Büyükelçisi olduğunu o konuşmada öğrendim :)
Bern’den kalkan ufak bir uçakla Basel’e uçtum. Oradan Kopenhag’a kalkan son uçaklardan birine bindim ve Danimarka’ya doğru yola koyuldum. Kopenhag havalimanına indiğimde maçın başlamasına 45dk filan vardı. Hemen bir taksiye atladım. Lakin yetişemiyecektik. Başladım muhabbete. Filistinli taksici benim Türk olduğumu ve maça yetişmeye çalıştığımı çözdüğünde o taksi otoyolda uçmaya başladı. Maçın başlamasına 5dk kala güvenlik bariyerlerinin oradaydım ve Parken Stadına doğru koşuyordum.
Tribünlere çıkarken maçın başlama düdüğünü duydum ve merdivenlerden aşağı yürürken orada olmanın, olabilmenin haklı gururunu yaşıyordum. Tıpkı Galatasaray gibi.
Maçın hikayesini sanırım kimseye anlatmama gerek yok. Popescu gözümün önünde attı o penaltıyı ve formasını o anda delirerek tribün tellerinin üzerine fırlamış ve sarkan topluluk içerisinde 5-6 kişi yanımdaki kişiye verdi. Bunca zorluğu alt edip, engelleri aşıp, orada olup ve üstüne bir de kupayı kazanmak muhteşem ötesi bir tatmin. Hem Galatasaray hem de benim için bu böyle oldu...
Gece
Danimarka GSM şebekesi maç sonrası çöktüğünden Ferit’e ulaşamıyordum. Otelim de yoktu. Ne olacak kupayı almıştık ya, gerisi önemsizdi. Dükkanlar kapanmadan bir Burger King ziyareti yapıldı. O kavgaların yapıldığı meşhur meydanda iki tane bayrak direği vardı. Normalde Danimarka ve Kopenhag şehir bayrakları dalgalanan bu direkelrde maç gecesi Türk ve Galatasaray bayrakları dalgalanıyordu.
Pahalıca bir otelin son kalan odasına pazarlık sonrası kendimi attığım andan sabah Ferit’in telefonuna kadar deliksiz uyumuşum. Sesim tezahürat ve 10ncu yıl marşı nedeniyle hiç çıkmıyordu. Telefonda sadece “hhhh” diyebiliyordum.
Perşembe akşamı geceyarısı Istanbul’a döndüğümde bu badirelerle dolu ama sonu mutlu seyahate nokta koyuyordum. Gerçekten de yol gideninmiş ;)
Tokyo
Bu maçtan yaklaşık iki yıl sonra Swissair için ilk online kampanyasını yapmak ve 2002Dünya Kupasına gidecek futbolseverleri tavlamak üzere çalışıyorduk. ntvmsnbc.com ekibi ile toplandık. Basit bir online kampanya örneği olarak o sırada devam etmekt eolan Gilette’in Dünya Kupası kampanyasına bakmamızı, ona benzer ama daha havayolu odaklı bir fikri uygulayabileceğimizi söylediler.
Ofise döndüğümde kampanya sitesini açtım. Kampanya çok netti; “En iyi futbol hikayesini anlat – Dünya Kupası Final maçını Tokyo’da izle!”
Sizce ne mi oldu? Yukarıdaki Kopenhag hikayenin özetini gönderdim ve ertesi gün kazandığıma dair telefon aldım. Tokyo gezisinin yazısı da zaten bu blog’da mevcut...
Yol Gidenindir!
Yorumlar
selamlar